Era Medya Tanıtım

16 Kasım 2010 Salı

Felsefe ve Sosyolji Dersleri

Eğitim Sosyolojisinin Önemi


“Eğitim sosyolojisi” dersinin öğretmen ve eğitimcilere kazandıracağı yararlar da şu noktalarda özetlenebilir:


a) Bir öğretmenin karşısındaki öğrenciler çok çeşitli toplumsal menşelerden; ailelerden, yerleşim yerlerinden, sosyal sınıf ve tabakalardan gelmektedirler. Öğretmen, öğrencilerin içinden çıktığı sosyal çevreyi ve oradaki sosyal ilişkileri iyi bilmelidir.


b) Öğretmen, içinde çalıştığı okuldaki toplumsal olguyu ve bir sosyal kurum olarak okulun sosyal işleyişini bilmeli; eğitim-öğretim çalışmaları sırasında bundan faydalanmalıdır.


c) Modern öğretim yapmak isteyen bir öğretmen, karşısındaki öğrenci grubunun özelliklerini bilmeli; grup dinamizmi, grup davranış ve dayanışması ile ilgili bilgi sahibi olmalıdır.


d) Eğitim Sosyolojisi, öğretmenlere, içinde bulundukları toplumun kültürü, eğitimi etkileyen toplumsal güçler ve etkileme biçimleri, toplumsal gelişme, toplumsal roller vs. konularında sağlıklı bilgiler vermektedir.


e) Eğitim Sosyolojisi, ülkenin ve çağdaş toplumsal düzenin eğitim sorunları karşısında, öğretmenlerin daha bilinçli hareket etmelerinde ve mümkün çözümler göstermelerinde yardımcı olur.“Eğitim sosyolojisi” dersinin öğretmen ve eğitimcilere kazandıracağı yararlar da şu noktalarda özetlenebilir:



a) Bir öğretmenin karşısındaki öğrenciler çok çeşitli toplumsal menşelerden; ailelerden, yerleşim yerlerinden, sosyal sınıf ve tabakalardan gelmektedirler. Öğretmen, öğrencilerin içinden çıktığı sosyal çevreyi ve oradaki sosyal ilişkileri iyi bilmelidir.


b) Öğretmen, içinde çalıştığı okuldaki toplumsal olguyu ve bir sosyal kurum olarak okulun sosyal işleyişini bilmeli; eğitim-öğretim çalışmaları sırasında bundan faydalanmalıdır.


c) Modern öğretim yapmak isteyen bir öğretmen, karşısındaki öğrenci grubunun özelliklerini bilmeli; grup dinamizmi, grup davranış ve dayanışması ile ilgili bilgi sahibi olmalıdır.




d) Eğitim Sosyolojisi, öğretmenlere, içinde bulundukları toplumun kültürü, eğitimi etkileyen toplumsal güçler ve etkileme biçimleri, toplumsal gelişme, toplumsal roller vs. konularında sağlıklı bilgiler vermektedir.


e) Eğitim Sosyolojisi, ülkenin ve çağdaş toplumsal düzenin eğitim sorunları karşısında, öğretmenlerin daha bilinçli hareket etmelerinde ve mümkün çözümler göstermelerinde yardımcı olur.


Giddens ve Dönüşümcü Sosyoloji

Günümüz Britanya’lı sosyologlarından Antony Giddens,bir çözümleme biçimi olarak sosyolojinin ve bir anlama&açıklama çabası olarak da sosyal teorinin temel sorunlarını eleştirel bir yaklaşımla ve usta bir dille özetleyen çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimlerinden biridir.Giddens’ın ünü daha çok,kökeni çok eskilere dayanan ve sosyoloji tarihinde ciddi tartışmalara neden olan yapı-eylem ikiciliğini(yapılaşma teorisiyle) aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki önemli tartışmalardan biri birey ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Sosyal yapıyı, ontolojik olarak kendisini oluşturan unsurlardan önce tutan yapısal-işlevselci,toplum merkezli makro sosyoloji ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön plana çıkaran ama yapı,çatışma ve güç konularını ihmal eden, aktör merkezli mikro sosyoloji adeta iki kutba bölünmüş,sosyoloji tarihi boyunca sonu gelmeyen tartışmalarla Gouldner’in deyimiyle “batı sosyolojisinde bir kriz” patlak vermiştir.

Giddens,yapılaşma teorisi ve kavramlarını oluştururken birçok sosyologtan etkilenmiştir. Bir yandan Kıta Avrupası’ndan,kapitalizm ve sanayi toplumu analizlerinde Marx; modernlik ve modernleşme eksenli analizlerinde Weber, Giddens’ın esin kaynağı olurken, bir çözümleme biçimi olarak Amerikan sosyolojisinin yeniden-kurucu babalarından, ’sosyolojik tasarım’ı ile ünlenmiş Charles Wright Mills, Giddens’ı etkileyen sosyologlar arasına girmiştir.Günümüz Britanya’lı sosyologlarından Antony Giddens,bir çözümleme biçimi olarak sosyolojinin ve bir anlama&açıklama çabası olarak da sosyal teorinin temel sorunlarını eleştirel bir yaklaşımla ve usta bir dille özetleyen çağdaş sosyal teorinin önde gelen isimlerinden biridir.Giddens’ın ünü daha çok,kökeni çok eskilere dayanan ve sosyoloji tarihinde ciddi tartışmalara neden olan yapı-eylem ikiciliğini(yapılaşma teorisiyle) aşma çabasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki önemli tartışmalardan biri birey ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Sosyal yapıyı, ontolojik olarak kendisini oluşturan unsurlardan önce tutan yapısal-işlevselci,toplum merkezli makro sosyoloji ve eylemde bulunan bir varlık olarak bireyi ön plana çıkaran ama yapı,çatışma ve güç konularını ihmal eden, aktör merkezli mikro sosyoloji adeta iki kutba bölünmüş,sosyoloji tarihi boyunca sonu gelmeyen tartışmalarla Gouldner’in deyimiyle “batı sosyolojisinde bir kriz” patlak vermiştir.




Giddens,yapılaşma teorisi ve kavramlarını oluştururken birçok sosyologtan etkilenmiştir. Bir yandan Kıta Avrupası’ndan,kapitalizm ve sanayi toplumu analizlerinde Marx; modernlik ve modernleşme eksenli analizlerinde Weber, Giddens’ın esin kaynağı olurken, bir çözümleme biçimi olarak Amerikan sosyolojisinin yeniden-kurucu babalarından, ’sosyolojik tasarım’ı ile ünlenmiş Charles Wright Mills, Giddens’ı etkileyen sosyologlar arasına girmiştir.



Ayrıca ‘Being and Time’ adlı eseriyle Martin Heidegger,Giddens’ın zaman ve mekan konusundaki fikirlerinin; İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure de yapı kavramındaki fikirlerinin kaynağı olmuştur.Giddens,sosyal teorisini, eleştirel bir yaklaşımla oluşturan ve sosyolojiyi yenibaştan tanımlayarak yapılandıran bir sosyolog olması nedeniyle Jürgen Habermas’a benzetilmektedir.



Bununla birlikte Giddens, genel anlamda, Marx’ın:



“insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama diledikleri gibi yapmazlar; insanlar tarihi kendileri tarafından seçilmiş şartlar altında değil,doğrudan içinde bulundukları,verili ve geçmişten aktarılmış şartlar altında yaparlar.”



vecizesinden etkilendiğini belirtmektedir.(1)



Parsons’un geliştirdiği,insan aktörünü dışlayan sosyal sistem yaklaşımı 1950′li yıllarda sosyoloji araştırmalarının temel çerçevesini oluşturmuş,buna karşılık aktörün önemi vurgulayan anlayış da 1960′lı yıllarda sosyolojiye egemen olmaya başlamıştır.Bunun sonucu olarak da insan aktörünü sosyal teorinin merkezine yerleştiren etnometodoloji ve sembolik etkileşimcilik gibi yorumsamacı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.Bu yaklaşımlar Parsons’un yaklaşımının aksine mikro aktörlere aşırı bir vurgu yaparken makro aktörleri geri plana itmiştir.



Giddens,Parsons’un yapısal-işlevselci kuramına yönelttiği eleştirisinde, yapının insan davranışı üzerindeki etkisinin onu sınırladığı ve ‘bireylerin hareketleri şu veya bu şekilde toplumsal güçlerin ürünüdür’ şeklindeki görüşünü şiddetle eleştirmiş ve bu yaklaşımın, aktörü kültürel bir kukla olarak görüp onun kendisinin düşünümsel (reflexive) davranabileceğini gözardı etmekle suçlamıştır.Giddens “Central Problems in Social Theory” de bu toplumsal sistem anlayışını sistemlerin kendilerini meydana getiren toplumsal aktörlerin üstünde olan özelliklerin ortaya çıkmasıyla karakterize edilmediği, bilakis, yapılaşmış ve rutinleşmiş toplumsal pratiklerle üretildiği ve yeniden üretildiği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Ona göre, toplumsal sistemlerin sistematik özellikleri, sistemin kendisinden çok toplumsal eylemin doğasından doğar.



Ayrıca Giddens,Durkheim’ın “Sosyolojik Metodun Kuralları” adlı eserindeki,sosyolojinin mümkün olduğunca doğa bilimlerini kendine örnek alarak sosyal gerçekleri çözümlemesi gerektiği düşüncesini ve Comte’un, bu düşüncenin doğuşuna neden olan görüşlerini eleştirmiştir: “Comte,bilim maddi dünyada olayları kontrol altına almamızı nasıl sağlıyorsa, bizim de aynı şekilde kendi kaderimizi biçimlendirebileceğimize inanıyordu. Ünlü ilkesi ‘Prevoir pour pouvoir’ (geleceği kestirmek,iktidar sahibi olmak demektir) bu düşünceyi ifade ediyor…Eğer toplumsal eylemi tabiat kanunlarıyla belirlenen bir mekanik olaylar dizisi olarak kabul edersek hem geçmişi yanlış anlamış,hem de sosyolojik çözümlemenin gelecekteki olayları etkilemekte ne denli yardımcı olabileceğini kavrayamamış oluruz. İşte bu yüzden Comte’un “Prevoir pour pouvoir” düşüncesinin sosyal teknoloji olarak anlaşılmasına katılamayız.”(2)



Onun anlayışına göre “sosyoloji gerçekte gözlenebilen konularla ilgilenir,ampirik araştırmalara dayanır ve olgulara anlam kazandıracak kurumları ve genellemeleri formüle etmek üzere yapılacak girişimleri de kapsar.Ancak insanoğlu yaratılışı gereği maddi nesnelerle aynı özelliklere sahip değildir.Kendi davranışlarımızın incelenmesinin bazı çok önemli açılardan tabiattaki fenomenlerin incelenmesinden bütünüyle farklı olması gerekir…sosyolojinin asıl odak noktası ‘ileri’ ya da ’sanayileşmiş’ toplumlardaki kurumların ve bu kurumların dönüşüm (transformasyon) şartlarının incelenmesidir.” (3)



Gerçekten Giddens,sosyolojinin,geleneksel toplumlar ile modern toplumlar arasındaki derin toplumsal dönüşümleri anlamaya yönelik çabalardan doğduğunu; değişimler devam edip hız kazandıkça,anlama girişimlerinin de daha büyük önem kazandığını ileri sürmektedir.



Giddens,yukarıda bahsetmiş olduğumuz batı sosyolojisindeki krizin nedeni olarak bu iki zıt düşünce geleneklerinin çok rijit bir tutumla tek yönlü kapsayıcı bir sosyal teori oluşturma çabasını görür.Ona göre sosyal teori sistematik bir yeniden yapılanmaya gereksinim duymaktadır.Bu bağlamda Giddens’ın çalışmaları farklı ve zıt sosyal düşünce geleneklerinin bir sentezi olarak düşünülebilir.Ona göre, ‘dünyayı nasıl biliyoruz?’ biçimindeki epistemolojik sorular yerine ontolojik sorularla uğraşılması gerekir.Giddens yapmaya çalıştığını ‘bir eylem ve bir yapı kuramı olarak insan toplumunun ontolojisi yapmak’ olarak özetlemiştir.Yani,Giddens kendini bir praxis kuramcısı olarak görmektedir.Yapılaşma kuramı bir praxis olarak genelde sosyal bilimlerin özelde de sosyolojinin karşı karşıya geldiği krizi aşmak için önerilmiştir.



Yapılaş(tır)ma Kuramı



Giddens’a göre yapı eylem veya aktörün varlığı dışında bir varlığa sahip değildir.Bir yapı ancak eyleyen bir varlık olarak bir aktörün eylemini pratiğe dökmesi ile vücut bulur.Buna karşı Giddens yapı kavramının tümden terkedilmesine de karşıdır çünkü yapı ve eylem sürekli olarak birbirini üreten bağımlı bir ilişkiler zinciridir.Giddens,bunu Saussure’den esinlendiği konuşma ile dil arasındaki ilişkiyi örnek vererek açıklamaktadır.Ona göre konuşma bir eylem,dil ise yapıdır.’Konuşma’,onu gerçekleştirecek bir ‘özne’nin varlığını zorunlu kılar.Buna karşılık dil ise bir özneye sahip değildir.Konuşmacılar tarafından kullanılıncaya kadar dilin bir varlığı da yoktur.Aynen öyle de sosyal hayattaki yapılar sadece sosyal eylemde ortaya çıkar.Yapıyı kurallar ve kaynaklar olarak tanımlayan Giddens,eylemi belirleyen dışsal bir güç olarak yapı yerine,kuralları ve kaynakları koyar. Aktörün eylemleri kurallardan ve kaynaklardan etkilenmektedir. Yapıyı oluşturan kurallar uygulamalarında sürekli olarak dönüşüme uğrarlar.Yapı ise yapısal setler olarak somuta indirgenebilir.Örneğin ,ona göre kapitalist toplumun temelini oluşturan yapısal set şu şekilde belirtilebilir:Özel mülkiyet, para,sermaye,hizmet sözleşmesi,kâr.Bu yapı setleri arasında bir dönüşüm vardır.Özel mülkiyet paraya,para sermayeye,sermaye işçi çalıştırmaya ve kâr yapmaya dönüştürülmektedir.(4)



Yapısalcı ve işlevselci okullar sistem ve yapı kavramını aynı anlamda kullanırken Giddens bu iki kavram arasında bir ayrım yapmaktadır.Ona göre yapı ve eylem arasında ikisinin birbirine bağımlılığını sağlayan bir olgu vardır;o da sistemdir.Sistemler sürekli yeniden üretildikleri için zaman ve mekandan soyutlanamazlar.Sosyal sistemler sosyal yeniden üretimin sürekliliği sayesinde zaman ve mekanda oluşurken yapılar zaman ve mekanda yoktur;sanal bir varlığa sahiptirler. Yapılar sadece zamansal olarak ortaya çıktıkları anda mevcutturlar.Bundan dolayı yapılar organize ettiği eylemin hem nedeni hem de sonucudur.Yapı,sistem ve eylemde mevcut olmakla beraber bunların hiçbirine indirgenemez.Toplumsal etkileşim sistemleri olan sosyal sistemlerin kendileri yapı olmamakla beraber,çeşitli yapıları bünyesinde barındırırlar.



Giddens’a göre aktör ise,’günlük hayatın sürüp gitmekte olan bir parçası olarak dünyada farklılık yapabilme yeteneğine sahip olan,farklı eylemler seçebilen ve belli ölçüde yapıdaki sosyal ilişkileri dönüştürebilme kapasitesine sahip olan varlık’ anlamında bir kavramdır.Giddens aktörün eylem özgürlüğünü kısıtlayan birtakım etkenler olduğunu da ilave eder.Bunların başlıcaları olarak: ‘yapı,diğer aktörlerin yaptırımı,geniş zaman ve mekan olgusu ve amaçlanmayan sonuçlar’ı sayar.Giddens’ın anlayışına göre eylem de, ‘herhangi bir şeyi değiştirme veya başarabilme yeteneği’dir.Bu anlamlarda,Giddens’a göre insanlar bilinçli olarak yaptıkları eylemler ile, yine kendi eylemlerini etkileyen yapıları bilinçsizce yeniden üretmektedirler. Dolayısıyla yapı, eyleme bir engel teşkil etmemekte, aksine eylemin gerçekleşmesinde yer almaktadır.



Giddens’ın bu kavramlara atfetmiş olduğu anlamlardan da anlaşılacağı üzere yapılaş(tır)ma kuramı,fiilen olup bitenler hakkında net hipotezler ortaya atmaktan ya da gelişme yasaları saptamaktan ziyade,dünyada ne tür şeyler varolduğunu belirlemeyi öngören bir toplumsal ontolojidir.Yapılaşma bize,özgül bir toplumun fiilen nasıl işlediğini ortaya koymaktan çok,toplumu incelediğimiz zaman nelere baktığımızı anlatır.Giddens,toplumsal fenomenler ile olayların her zaman bir olumsallık içerdiğini ve açık uçlu olduğunu ısrarla vurgulayarak,kapalı sistemler diye nitelediği evrim kuramı ile işlevselcilik gibi kuramları eleştirir ve reddeder.Yapıları ürettiğini ve yapılar tarafından üretildiğini savunduğu ‘toplumsal pratikler’ üzerinde yoğunlaşarak,sosyolojide eylem ile yapı arasında gözlenen geleneksel bölünmeyi aşmaya çalışan Giddens’a göre,eylem ve yapı birbirinin zıddı değil,bir ikiliğin birbirini tamamlayan unsurlarıdır.Yapılar toplumsal aktörlerin dışında duran şeyler değil,aktörlerin kendi pratikleriyle ürettiği ve yeniden ürettiği kurallar ve kaynaklardır.Ayrıca zamanın ve mekanın toplum kuramı ve toplum analizi açısından önemini vurgulayan Giddens’ın tarihsel sosyolojisi,toplumları birbirine bağlayan farklı yolları inceleyen bir yorum getirmektedir.



Özetle söyleyecek olursak Giddens’a göre sosyal teori,bireyin ve toplumun oluşmasını sağlayan sosyal pratikleri incelemelidir.Sosyal pratikler de kuralların zaman boyunca ve farklı fiziki mekanlarda dönüşümüyle ortaya çıkmaktadır.Bu anlamda zaten yapılaşma kuramı zaman ve mekân boyutlarında gerçekleştirilmesi ve yeniden gerçekleştirilmesi anlamını taşımaktadır.Yapılaşma kuramının amacı sosyal hayatın maharetli bir biçimde,bilgili aktörler tarafından yeniden üretilmesini açıklamaktadır.



Yapılaşma kuramını açık bir şekilde anlatan tek bir açıklama yoktur.Giddens bu projesine, ‘Capitalism and Modern Social Theory’ de (1971) sosyolojideki klasik düşünürleri gözden geçirerek başlamış, daha sonra ‘Central Problems in Social Theory’(1979) ile ‘The Constitution of Society’(1984) yapılanmanın başlıca formülasyonlarını ortaya koymaya girişmiştir.(5)



Yapılaşma kuramı çerçevesinde Giddens’ın üzerinde durduğu bir kavram da ‘çifte yorumsamacılık’tır. (double hermeneutics) Bu kavram sosyal bilimcinin kullandığı kavramlarla sıradan insanların kullandığı kavramlar arasındaki örtüşmeyi ifade etmektedir.Çünkü sosyal bilimcinin,dinamik yapıdaki toplum mekanizmasını anlamaya çalışırken kullandığı kavramlar zamanla kamusal söylemin bir parçası haline gelmektedir.Giddens sosyal bilimcinin toplum üzerindeki araştırmasının sosyal hayat üzerindeki etkilerini hiçe sayarak,nesnel bir sosyolojinin peşinde koşmaması gerektiğini savunmaktadır.Çünkü ona göre sosyal bilim,günlük hayatta yaratılan anlamlı sosyal dünya ile sosyal bilimcilerin kullandığı üstdillerden oluşur.Sosyal bilimsel kavramlar günlük söylemin bir parçası haline gelirken, sosyal bilimler de insanların gündelik hayatlarında yarattıkları anlamlardan yararlanırlar.Örneğin halk arasında kullanılan ‘kara gün dostu’ kavramı,sosyolojide birincil ilişkileri tanımlamada sosyologlar tarafından kullanılırken, sosyal bilimciler tarafından keşfedilen, -kentleşme sürecinde kırsaldan kente gelen bir göçmenin zamanla, mekansal çevresindeki insanlara kendini yakın hissetmesini sağlayan anlamındaki- ‘meçhul dost’ kavramı da halk tarafından benimsenip kullanılmaya başlanmıştır.



Giddens’ın literatüründe önemli bir yer işgal eden bir diğer kavram da ‘güven’dir. ‘The Consequences of Modernity’ (Modernliğin Sonuçları,1990) adlı eserinde güveni “bir kişinin ya da sistemin inandırıcılığına güven duyma” şeklinde tanımlamakta ve bu kavramın doğurduğu başlıca sorunların yararlı bir özetini sunmaktadır.Giddens,güvenin bazı özelliklerinin tartışılmakta olan her toplum tipi için geçerli olduğu kanısındadır.



İnsanın durumu özünde belirsiz ve tehdit edici bir şeydir,fakat gündelik amaçlarda toplum üyelerinin çoğunun yetiştirilme tarzı,başkalarına ve ’sorgulanmayan’ yaşam tarzına duyulan ‘temel güven’in gelişmesiyle,onları derinlere kök salmış endişelerden korur.Psikoloji ve psikanalizdeki çeşitli gelenekler, tuhaf,saldırgan ve rahatsız davranışları, anne babaların çocuklarına temel bir güven bir güven aşılayamaması,bunun sonucunda iç benlik ile dış çevrenin güvenilmez ve düşman öğeler olarak algılanmasına bağlarlar.



Klasik dönem yazıları ile daha yakın dönemdeki yazılar,modernliğin sahneye çıkışının temel güvenin hem kaynaklarını hem de nesnelerini özünde değiştirdiğinin ileri sürmüşlerdir.Bu çalışmalarda gözlenen genel konsensüse göre,modernlik akrabalık bağlarının ön plandaki rolünü ortadan kaldırır,yerel cemaat bağlarını yıkar ve dinin otoritesi ile geleneğe bağlılığı tartışmalı bir konuma getirir.Giddens bu sonuçları,toplumsal ilişkileri toplumsal bağlardan koparan ve ‘onları zamanın ve mekanın belirsiz sürelerinde yeniden yapılaştıran’, çeşitli ‘yerinden çıkarma mekanizmaları’na bağlamaktadır.Bu ‘yerinden çıkarma mekanizmaları’. pre-modern koşullara göre daha soyut bir güveni gerekli kılan iki sınıfa ayrılabilir:sembolik araçlar(örneğin para) ile uzmanlık sistemleri(güven düşünümsel bilgi gövdesine konulmuştur).Öte yandan, toplumsal ilişkilerin zaman ve mekan içinde uzaklaştığının,güveni muhafaza etme ve bununla eşanlamlı olarak güvenin olmamasına hoşgörü ile yaklaşma becerisinin öğrenilmesini gerektirmektedir.Dolayısıyla modernlik çift uçlu bir eğilimdir.Çünkü, bir yandan ‘ontolojik güvenliğimizi’, yani kişisel kimliğin sürekliliğine,toplumsal ve maddi ortama duyduğumuz güveni tehdit ederken; öbür yandan soyut toplumlardaki risk ve endişe ihtimalini,ayrıca güven talebini de arttırmaktadır.(6)



Giddens’ın genel olarak sosyolojik görüşleri ve özel olarak da yapılaşma kuramı,ileri sürüldüğü günden bu yana birçok eleştiriye hedef olmuştur.Bunlardan bazıları eleştiriden çok aşağılayıcı bir hakaret niteliğindedir.



Bazı sosyologlar Antony Giddens’ın çalışmalarındaki kuram diye ifade edilen çoğu görüşün aslında toplum felsefesinin alanına girdiği,çünkü bunların, toplumsal yaşam hakkında somut ya da test edilebilir önermeler yerine, esas olarak insan hakkında metafiziksel spekülasyonlardan oluştuğu iddia etmişlerdir



Giddens’ın, eylemde bulunan bir aktör olarak insanın eylem özgürlüğünü aşırı abarttığı da diğer bir eleştirinin merkez noktasını oluşturmaktadır.Tecrübelerimiz ve tarih göstermiştir ki insanlar,gündelik hayatta kendilerini saran sosyal yapılar hakkında hiç de o kadar bilgi ve bilinç sahibi değildirler.



Üstelik bilgi edindiği durumlarda bile,aktörün eylemde bulunması mümkün olmayabilir.Ayrıca Giddens bilgiyi manipüle eden durumlardan (inanç ve ideoloji gibi) kuramında hiç söz etmemektedir.Giddens’in ‘ben’ üzerinde yoğunlaşıp,insanların ‘biz’ anlayışı ile hareket ederek sosyal yapıyı etkilemesini ve üretmesini de göz ardı etmesi teorisinin diğer bir kusurudur.



Eylem ve yapı karşılıklı olarak birbirlerini sürekli oluşturduklarından belli bir zaman diliminde,belli bir alanda yapısal özellikleri veya insanların yaratıcı veya dönüştürücü özelliklerini ele almayı oldukça zorlaştırmaktadır.Şu halde ‘eylem&yapı’nın ayrılmaz bir bütün olduğu ve bu ikili arasında bir ayrım yapmanın mümkün olmadığı gerçeği ortaya çıkar.Yapı-eylem arasındaki bu etkileşimin sürekli değiştiği de gözönünde bulundurulduğunda Giddens’ın teorisinin zayıflığı ve tutarsızlı ortaya çıkmaktadır.



Jon Clarck ve arkadaşlarının eleştirisi ise Giddens’ı sosyolojik eylem, yapı değişim kuramları açısından “tekerleği yeniden icat etmek”le, özelde yapılanma kuramını hiçbir şey anlatmamakla ve ampirik temelden yoksun olmakla (Parsons’un kuramsal çalışmalarıyla paralellik kurarak)suçlayan oldukça incitici nitelikte eleştiriler yöneltmişlerdir.(7)



ALINTILAR:



1.,4.)YILDIRIM,E.(Doç. Dr. Engin Yıldırım.Sakarya Üniv. İ.İ.B.F Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi),(1997),ANTONY GIDDENS’IN YAPILANMA TEORİSİ, (5.Ulusal Sosyal Bilimler Kongresine



‘12-14 Kasım 1997,ODTÜ,Ankara’ sunulan kişisel bir bildiri.)



2.) GIDDENS,A,(1998),SOSYOLOJİ,Eleştirel bir Yaklaşım, Birey Yayınları (Çevirenler:Dr. M. Ruhi Esengül-Dr.İsmail Öğretir)(Syf.21 ,23)



3.)a.g.e. (Syf.13,19)



5.)MARSHALL,G,(1999),SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ,Bilim ve Sanat Yayınları(Syf.806)



6.)a.g.e. (Syf.289)



7.)a.g.e. (Syf.806)



KAYNAKÇA:



*GIDDENS,A,(1998),SOSYOLOJİ,Eleştirel bir Yaklaşım,



Birey Yayınları



(Çevirenler:Dr. M. Ruhi Esengül-Dr.İsmail Öğretir)



*MARSHALL,G.,(1999), SOSYOLOJİ SÖZLÜĞÜ, Bilim ve Sanat Yayınları



*YILDIRIM,E.(Doç. Dr. Engin Yıldırım.Sakarya Üniversitesi İ.İ.B.F Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi),(1997),ANTONY GIDDENS’IN YAPILANMA TEORİSİ, (5.Ulusal Sosyal Bilimler Kongresine



‘12-14 Kasım 1997,ODTÜ,Ankara’ sunulan kişisel bir bildiri.)(SERTAÇ KAPTAN’A TEŞEKKÜRLER)




Tags: Anthony Giddens, Anthony Giddens Eserleri, Anthony Giddens Kimdir, Anthony Giddens Kitapları, Anthony Giddens Sosyolojisi, Anthony Giddens Yazıları, Dönüşümcü Sosyoloji, Dönüşümcü Sosyoloji Nedir, Giddens, Giddens Kimdir, Sosyoloji Ders Notları, Sosyoloji Dersleri



Yümni Sezen Kimdir

Yümni Sezen (d. 1938, Birecik), din sosyoloğu, akademisyen. Doğduğu şehir olan Birecik’te ilk ve ortaokul öğrenimini yaptıktan sonra 1957de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden mezun oldu.Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsünde öğretmenlik yaptı. 1976-78 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985de Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesine öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve üç kız babasıdır. Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmi sosyoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Eserleri Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978) Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982) Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi (1984) Hayatın Manâsı (1984) Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993, 1998) Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar (1990, 1997) Türk Toplumunun Lâiklik Anlayışı (1993)lpl İslâm Sosyolojisine Giriş (1994) Maddeci Felsefenin Çıkmazları (1996) Hümanizm ve Atatürk Devrimleri (1998) Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik (2003) Dinler arası Diyalog ihaneti (2006)

Tags: Çağdaşlaşma, Dinler arası Diyalog ihaneti, Sosyoloji Dersleri, Sosyoloji Kitapları, Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar, Yabancılaşma ve Kimlik, Yümni Sezen Ders Kitapları, Yümni Sezen Felsefesi, Yümni Sezen Makaleleri, Yümni Sezen Resimleri, Yümni Sezen Sosyolojisi, Yümni Sezen Yazıları, Yümni Sezen Hayatı, Yümni Sezen Kimdir

Cumartesi, Mayıs 1st, 2010 Kategorilenmemiş Yorum yapılmamış

Anarşist- Komunizm

Sosyalizmin hükümetsiz sistemi [olan] anarşizmin ikili bir kökeni vardır. Özellikle ikinci yarısında olmak üzere, 19. yüzyılı ekonomik ve siyasi alanlarında tanımlayan iki düşünce hareketinden gelişmiştir. Tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler toprak, sermaye ve makinalar üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu; yani [artık] ortadan kalkmaya mahkum olduğunu; ve üretim için gerekli olan tüm şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve [böyle] olacağını, ve [bunların] refahın üreticilerince ortaklaşa yönetileceklerini savunurlar. Ve siyasi radikalizmin ilerici temsilcilerinin çoğu ile ortak olarak [anarşistler], toplumun ideal siyasi örgütlenmesinin hükümetin fonksiyonlarının en aza indirgendiği; ve sayısız çeşitlilikteki bütün insan gereksinimlerini sağlamak amacıyla –özgürce– oluşturulmuş özgür grup ve federasyonlar yardımıyla [vasıtasıyla], bireyin insiyatifte bulunma ve faal olma hürriyetini tam anlamıyla eline geçirdiği bir durumda [olabileceğini] savunmaktadırlar.Sosyalizmin hükümetsiz sistemi [olan] anarşizmin ikili bir kökeni vardır. Özellikle ikinci yarısında olmak üzere, 19. yüzyılı ekonomik ve siyasi alanlarında tanımlayan iki düşünce hareketinden gelişmiştir. Tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler toprak, sermaye ve makinalar üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu; yani [artık] ortadan kalkmaya mahkum olduğunu; ve üretim için gerekli olan tüm şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve [böyle] olacağını, ve [bunların] refahın üreticilerince ortaklaşa yönetileceklerini savunurlar. Ve siyasi radikalizmin ilerici temsilcilerinin çoğu ile ortak olarak [anarşistler], toplumun ideal siyasi örgütlenmesinin hükümetin fonksiyonlarının en aza indirgendiği; ve sayısız çeşitlilikteki bütün insan gereksinimlerini sağlamak amacıyla –özgürce– oluşturulmuş özgür grup ve federasyonlar yardımıyla [vasıtasıyla], bireyin insiyatifte bulunma ve faal olma hürriyetini tam anlamıyla eline geçirdiği bir durumda [olabileceğini] savunmaktadırlar.




Sosyalizm bağlamında, anarşistlerin çoğu onun nihai sonucuna ulaşırlar; yani ücret-sisteminin tamamen yadsınmasına ve komünizme. Siyasi örgütlenmeye referans olarak ise, radikal programın yukarıda bahsedilen kısmını daha da geliştirerek, hükümet işlevlerinin sıfıra indirgenmesinin –yani, hükümetsiz bir topluma, anarşiye– toplumun nihai hedefi olduğu sonucuna ulaşırlar. Bunun da ötesinde anarşistler toplumsal ve siyasi örgütlenme ideali böyleyken, bunun gelecek yüzyıllara ertelenmemesi gerektiğini savunurlar. Toplumsal örgütlenmemizde, sadece yukarıda [bahsedilen] ikili idealle uyumlu ve ona yakınlaşmayı sağlayacak olan değişiklikler yaşama şansı bulacaktır ve ortak refaha faydası olacaktır.



Anarşist düşünür tarafından izlenen yönteme gelince, ütopistler tarafından izlenenden tamamı ile farklıdır. Anarşist düşünür, kendi görüşüne göre insanlığın en büyük mutluluğunu gerçekleştirmenin en iyi koşullarını oluştururken, (”doğal haklar”, Devletin görevleri” ve benzeri) metafiziksel kavramlara başvurmaz. Aksine anarşist düşünür modern evrim felsefesinin yolunu takip eder. Şimdiki ve geçmişteki insan toplumlarını inceler; ve ne bir bütün olarak ne de ayrı ayrı bireyler olarak, onlara sahip olmadıkları üstün nitelikler atfetmeden; toplumu, bireylerin arzularıyla türlerin refahı için [gerekli] işbirliğini en iyi şekilde biraraya getirmenin [uyumlandırmanın] yollarını bulmaya çalışan organizmaların bir bütünü olarak değerlendirir. [Anarşist düşünür] toplumu inceleyerek, [toplumun] geçmişteki ve bugünkü eğilimlerini, giderek çoğalan entelektüel ve ekonomik gereksinimlerini ortaya çıkarmaya çalışır; ve idealinde yanlızca evrimin hangi yönde gittiğine işaret eder. [Anarşist düşünür], insan bütünlerinin gerçek arzu ve eğilimleriyle, bu eğilimlerin gerçekleşmesini engelleyen kazaları (bilgi noksanlığı, göçler, savaşlar, fetihler) birbirinden ayırt eder. Ve çoğu kez bilinçsizce olsa da, tarihimiz boyunca [ortaya çıkan] en mühim iki eğilimin şunlar olduğu sonucuna varır: ilk olarak, en sonunda farklı bireylerin ortak üretim sürecindeki paylarını birbirinden ayırt etmenin imkansız hale geleceği, bütün zenginliklerin üretimi için [kullanılan] emeğin bütünleşmesine doğru olan eğilim; ve ikinci olarak, hem kendisi hem de genelde toplum için faydalı olan tüm amaçlarının ilerlemesinde bireyin azami özgürlüğüne [ulaşma] eğilimi. Böylece anarşistin ideali, evrimin bir sonraki aşaması olarak tasarladığı şeylerin basit bir toplaması [haline gelir]. Bu artık bir inanç sorunu değildir; bilimsel bir tartışmanın sorunudur.



Aslında, bu yüzyılın en önde gelen özelliklerinden birisi sosyalizmin büyümesi ve sosyalist görüşlerin emekçi sınıflar arasında hızla yayılmasıdır. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Sonuçta en umutlu [iyimser] beklentilerin ötesine geçen bir refah birikimine yol açan, üretim güçlerimizin benzersiz ani bir artışına şahitlik yaptık. Ama ücret sistemimiz nedeniyle, –bilim adamlarının, yöneticilerin ve emekçilerin ortak çabalarının sonucu olan– refahtaki bu artış; büyük kısmı emekçiler üzerine düşmek üzere, büyük bir çoğunluk için sefaleti ve tüm herkes için yaşama [hayatta kalma] belirsizliğini çoğaltırken, refahın ise daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde sermaye sahiplerinin ellerinde birikmesine yol açtı. Durmaksızın iş arayan niteliksiz işçiler, hiç işitilmemiş bir sefaletin eşiğinde bulunuyor. Ve sürekli ve kaçınılmaz olan endüstrideki dalgalanmalar ve sermayenin kaprisleri sonucunda, devamlı olarak kovulma tehdidi altında kalan en iyi ücretli zanaatkarlar ve nitelikli işçi emeği bile, niteliksiz bir dilencinin [muhtaç olan, sefalet içinde yaşayan, ing. pauper] koşullarına indirgendi.



İnsan emeğinin ürününü şatafatlı ve boş lüks şeyler için çarçur eden modern bir milyonerle, sefil ve güvenli olmayan bir varoluşa mahkum edilen bir dilenci arasındaki uçurum bizzat toplumun birliğini –[toplumsal] yaşamın uyumunu– parçalayacak ve onun ileriye doğru gelişme sürecini tehlikeye düşürecek şekilde giderek genişlemektedir.



Aynı zamanda, işçiler modern endüstrinin refah üretici gücünün, refah üretiminde emek tarafından oynanan rolün, kendi örgütlenme kapasitelerinin daha fazla farkına vardıkça, [işçiler] toplumun bu şekilde iki sınıfa bölünmesine sabırla katlanmaya giderek daha az meyilli oluyorlar. Toplulukta yer alan tüm sınıflar gibi, oransal olarak [işçiler de] kamusal işlere daha canlı bir katılım gösteriyorlar ve bilgi kitleler arasında yayılıyor, eşitliğe olan özlemleri giderek güçleniyor; ve yeniden toplumsal yapılanma talepleri daha sesli bir hale geliyor. Artık daha fazla gözardı edilemezler. İşçi ürettiği zenginlikten kendi payına düşeni istiyor; o üretimin idaresinden kendi payına düşeni istiyor; ve o yanlızca bir miktar ek refah [ing. well-being] istememekte, aynı zamanda bilim ve sanatın yüksek eğlencesinden de tüm haklarını talep etmektedir. Daha önce yanlızca toplumsal reformcular tarafından dile getirilen bu talepler, bugün artık fabrikalarda ve tarlalarda çalışan, gün ve gün büyüyen bir azınlık tarafından yapılmaktadır. Ve böylece bizzat ayrıcalıklı sınıfların kendi içinde gün ve gün artan bir destek bulan [bu talepler], adalet duygularına da uyum sağlar. Sosyalizm böylece ondokuzuncu yüzyılın düşüncesi haline gelir; ve ne baskı ne de sahte-reformlar onun büyümesini engelleyemez.



Siyasi hakların çalışan sınıflara da sağlanmasına tabii ki fazlasıyla iyileşme umudu bağlanmıştır. Ama ekonomik ilişkilerdeki ilgili [karşılık gelen] değişimlerle desteklenmeyen bu tavizlerin aldatmaca olduğu kanıtlanmıştır. Bunlar işçi insanların büyük bir kısmının maddi koşullarını iyileştirmemiştir. Bu nedenle sosyalizmin düsturu [şudur]: “Siyasi özgürlüğün yegane güvenilir temeli olması nedeniyle ekonomik özgürlük”. Ve bugünkü ücret sistemi tüm kötü sonuçlarıyla birlikte değiştirilmeden kaldıkça, sosyalist düstur işçi insanlara esin kaynağı olmaya devam edecektir. Sosyalizm programını gerçekleştirene kadar büyümeye devam edecektir.



Ekonomik meselelerdeki bu büyük düşünce hareketinin hemen yanıbaşında; siyasi haklar, siyasi örgütlenme ve hükümet fonksiyonları bağlamlarında da benzer bir hareket sürmektedir. Hükümet, sermayenin [karşılaştığı] aynı eleştirilere maruz kalmıştır. Radikallerin büyük bir kısmı evrensel oy kullanma hakkını ve cumhuriyetçi kurumları siyasi aklın [ing. wisdom] en son sözü [ulaşacağı hedef] olarak görürken, pek azınca daha ileriye adım atılmıştır. Bizzat hükümetin işlevleri ve Devlet, aynen bireyle olan ilişkileri gibi daha keskin ve derin bir eleştiriye maruz kalmıştır. Geniş bir alanda denenmiş temsili hükümetin kusurları giderek daha fazla göze batmaktadır. Bu kusurların sadece birer rastlantı olmadığı, aksine sisteme içkin oldukları [sistemden kaynaklandıkları] giderek daha belirginleşmiştir. Parlamentonun ve onun icrasını yürüten kişilerin topluluğun sayısız işlerini halletmeyi becermekte, ve Devlet’in farklı unsurlarının çeşitli ve sıklıkla da birbirine zıt çıkarlarını uzlaştırmakta kifayetsiz [yetersiz] olduğu ispatlanmıştır. Seçimin ulusu temsil edebilecek ve haklarında kanuni düzenlemeler [yasalar] yapmak zorunda oldukları işleri idare edebilecek –parti ruhundan daha farklı [bir şekildeki]– kişileri bulup ortaya çıkaramadığı kanıtlanmıştır. Bu kusurlar o kadar çarpıcı bir hale gelmiştir ki, bizzat temsili sistem ilkelerinin kendileri eleştirilmiş ve adilliklerinden kuşkuya düşülmüştür.



Ve yine, bireyler arasındaki ekonomik ilişkilerin kapladığı uçsuz bucaksız alanı idare etmekte [hükümete] duydukları güven nedeniyle sosyalistler öne çıkarak hükümetin güçlerinin daha da arttırılmasını talep ettiklerinde, merkezi hükümetin tehlikeleri daha da dikkat çeker bir hale gelir. Burada sorulan soru, endüstri ve ticaretin idaresinde güven duyulan hükümetin hürriyet ve barış için devamlı bir tehlike olup olmayacağıdır, ve hatta onun iyi bir yönetici olup olamayacağıdır?



Bu yüzyılın ilk başlarında [yaşayan] sosyalistler bu sorunun [yarattığı] devasa güçlükleri tam anlamıyla kavrayamadılar. Ekonomik reformların bir gereği olarak kabullenmeye ikna olmuş bir halde, pekçoğu birey için özgürlük gereksinimini dikkate almadılar. Ve sosyalist anlamda reformları elde etmek maksadıyla, toplumu herhangi bir türdeki teokrasiye veya diktatörlüğe teslim etmeye hazır toplumsal reformcularımız var. Bu nedenle Britanya’da ve Anakıta’da [Avrupa'da] ilerici fikirlere sahip insanların siyasi radikaller ve sosyalistler olarak bölündüklerini gördük –birinciler bu ikincilere şüpheyle bakarlar; çünkü onları [sosyalistleri] uygar ulusların uzun mücadeleler sonucunda kazandıkları siyasi hürriyetler için birer tehlike görürler. Ve hatta tüm Avrupa’daki sosyalistlerin siyasi partilere dönüşüp, demokratik inançlarını beyan ettiklerinde bugün bile; refahın üretimi ve dağıtımı da dahil olmak üzere bütün toplumsal örgütlenmenin yönetiminin hükümete emanet edilmesi halinde, en tarafsız insanlar arasında bile –aynen otokrasinin herhangi bir biçiminde olduğu gibi– hürriyete karşı en büyük tehlike olacak Volksstaat veya “halk Devleti”ne dair oluşan korkular mevcutiyetini devam ettiriyor.



Ama son gelişmeler, bireyi Devlet’in kölesi rolüne indirgemeden, daha yüksek bir toplumsal örgütlenme biçiminin gerekliliğini ve olasıliğını gösteren yolu hazırlamıştır. Hükümetin kökenleri dikkatlice araştırılmış, ve onun tüm kutsal veya “toplumsal sözleşme” türevi gibi metafizik kavramları bir kenara bırakılmıştır; öyle gözüküyor ki, görece modern kökenli bir şeydir, ve çağlar boyunca toplumun artan bir şekilde ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız sınıflara bölünmesine tamamen oransal olarak onun güçleri de çoğalmıştır. Yine temsili hükümet gerçek değerine –yani özgür bir siyasi örgütlenme idealine değil, otokrasiye karşı mücadeleye hizmet eden bir araca– indirgenmiştir. Devleti ilerlemenin önderi olarak kabul eden felsefe sistemi ise, Devlet’in müdehaleleriyle sınırlandırılmadıkça ilerlemenin azami derecede etkili olduğu daha belirgin hale geldikçe giderek daha fazla sarsılmaktadır. Böylece toplumsal yaşamdaki ileriye doğru gelişmelerin gücün ve düzenleme fonksiyonlarının hükümet edici yapının ellerinde daha fazla yoğunlaşması yönünde değil, aksine hem alansal hem de işlevsel merkezsizleşme [ing. decentralization] –hem faaliyetin alanı, hem de işlevlerinin tabiatına [özelliğine] göre kamu işlevlerinin kendi içinde bölünmesi– yönünde yattığı belirgin hale geldi; [yani] halihazırda hükümetin işlevleri olarak kabul edilen bütün işlevlerin özgürce oluşturulmuş grupların inisiyatifine terk edilmesi.



Bu düşünce akımı ifadesini sadece edebiyatta değil, sınırlı olmak üzere yaşamda da bulmuştur. Paris Komün ve akabinde –tarihsel ilginin oldukça üstünkörü geçiştiirdiği bir hareket olan– Cartagena Komünü tarihte yeni bir sayfa açmışlardır. Eğer biz bu hareketi sadece kendi içinde incelemeyip, komünal devrim sırasında kendini dışa vuran eğilimleri ve akıllarda geriye bıraktıklarını incelersek; gelecekte toplumsal gelişimlerinde daha ileri [düzeyde] olan insan yığınlarının bağımsız bir hayat başlatmaya çalışacaklarının; onların kendi görüşlerini yasa ve güç aracılığıyla empoze etmek veya kendilerini daima bir alaledelik-kuralı [ing. mediocracy-rule] demek olan çoğunluk-kuralına tabii kılmak yerine, ulusun daha geriye doğru olan sapaklarına [ing. more backward pares of nation] döndürmeye gayret edeceklerinin belirtilerini görebiliriz. Aynı zamanda, Komün’de [uygulanan] temsili hükümetin başarısızlığı, kendinden yönetimin [ing. self-government] ve kendinden idarenin [ing. self-administration] basitçe alansal bir anlamın ötesine geçirilmesinin gerektiğini göstermiştir. Etkili olabilmeleri için özgür topluluk içindeki yaşamın çeşitli işlevlerine de uygulanmaları gerekir. Hükümetin –aynen bir ulusta olduğu gibi bir şehirde de kusurlu olan temsili hükümetin– faaliyetlerinin sadece alansal olarak kısıtlanması işe yaramayacaktır. Yaşam bize hükümetsizlik taraftarı olan ve anarşist düşünceye yeni itkiler sağlayan işaretler sunmaktadır.



Anarşistler yukarıda bahsedilen ekonomik ve siyasi özgürlüğe doğru olan eğilimlerin her ikisinin de adilliğinin farkındadırlar, ve [bu ikisinin] tarihde bahsedilen mücadelelerin asıl özünü oluşturan eşitlik gereksiniminin bizzat kendisinin iki farklı görünümü [ifade bulması, ing. manifestation] olduğunun da farkındadırlar. Bu nedenle, sosyalistlerle ortak olarak anarşistler siyasi reformculara şöyle derler: “Toplum birbirine düşman iki sınıfa bölünmüş oldukça, ve ekonomik olarak emekçiler patronunun kölesi oldukça; siyasi eşitlik bağlamında hiçbir önemli reform yapılamaz ve hükümetin gücü kısıtlanamaz.” Ancak devlet[çi] sosyalistlere de şunu diyoruz: “Eş zamanlı olarak siyasi örgütlenmeyi kökten değiştirmedikçe, mülkiyetin varolan koşullarını değiştiremezsiniz. Hükümetin güçlerini kısıtlamalısınız ve parlamenter yönetimi reddetmelisiniz. Yaşamın her yeni ekonomik aşamasına yeni bir siyasi aşama karşılık gelir: mutlak monarşi serflik sistemine karşılık gelir. Temsili hükümet sermayenin yönetimine karşılık gelir. Ancak bunların her ikisi de sınıf yönetimidir. Ancak kapitalistlerle emekçiler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir toplumda, bu tip bir hükümete gerek kalmayacaktır; bu [böyle bir hükümetin var olması] tarihsel bir hata, belalı bir şey olacaktır. Özgür işçilerin özgür örgütlere ihtiyacı olacaktır; ve bu da bireyin özerkliğini Devlet’in kapsayıcı müdahalesine kurban etmeden, özgür anlaşma ve özgür işbirliğinden başka bir temele sahip olamaz. Kapitalistin olmadığı bir sistem hükümetin olmadığı bir sistem demektir.”

İnsan, Aile ve Kültür

Bu çalışmada genel olarak sosyo kültürel yapı ve süreçlerle ekonomik ve teknolojik yapı süreçlerin arasındaki dinamik ilişkinin nasıl olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken psikolojinin konuya bakış açısı değerlendirilecek ve yapılan kültürler arası çalışmaların sonuçları değerlendirilecektir.

Bu değerlendirme ve araştırma sonuçlarına bakılarak şu sorulara cevap bulunmaya çalışılacaktır:

-Temel psikolojik yapı ve süreçlerin hangileri evrenseldir hangileri kültüre bağımlıdır?

-Ekonomik değişimler özellikle endüstrileşme birey düzeyinde belirli bir psikolojik yapıyı mı zorunlu kılar yoksa gelişme insan ilişkileri örüntüleriyle bağdaşabilir mi?

-Türkiye ve Türkiye gibi toplumlarda ‘Psikolojik Modernleşme Kuramı’ ne kadar geçerlidir?Özellikle gelişme zorunlu olarak batıdaki insan aile ilişkilerine doğru bir değişmeyi mi içerir?

-Ekonomik gelişmeyle toplulukçuluk ve bireysel özerklik bağdaşabilir mi? Daha geniş açıdan topluma bağlılık kültürü ile bireyci özerk yaşam kültürü bir senteze ulaşabilir mi?

Bilindiği gibi gelişmekte olan ülkelerin gündeminde gelişme vardır. Burada gelişmelerin nasıl olacağı politik ve ideolojık tartışmaların temelini oluşturmaktadır. Konu ya ekonomik politik ve teknolojik açıdan yaklaşılmaktadır. Ancak makro düzeydeki gelişmenin temelinde mikro düzeydeki insan olgusu vardır. Toplumun değişimi insanın değişimi demektir.

İşte burada nasıl bir değişme sorusunun getirdiği tartışma uygulamaya yönelik bir sorun oluşturmaktadır. Değişmenin ne yönde olacağı,batı modelinin benimseneceği,nasıl bir eğitim verileceği,neyin değiştirilip neyin muhafaza edileceği gibi sorular çok tartışılmaktadır. Bu soruların birleştikleri nokta ise “nasıl bir insan modeli” sorusudur. Bu soruların cevabı verilirken kültürel psikoloji bakış açısı kullanılacaktır. Kültürler arası psikoloji yaklaşımı sosyal değişme çerçevesinde insan unsurunu daha iyi anlama ve böylece insan düzeyinde gelişmelere yön verebilecek kuramsal uygulamalı çözümlemeleri oluşturmak için gerekli bilimsel ipuçlarını sağlayabilir.Bu çalışmada genel olarak sosyo kültürel yapı ve süreçlerle ekonomik ve teknolojik yapı süreçlerin arasındaki dinamik ilişkinin nasıl olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken psikolojinin konuya bakış açısı değerlendirilecek ve yapılan kültürler arası çalışmaların sonuçları değerlendirilecektir.


Bu değerlendirme ve araştırma sonuçlarına bakılarak şu sorulara cevap bulunmaya çalışılacaktır:

-Temel psikolojik yapı ve süreçlerin hangileri evrenseldir hangileri kültüre bağımlıdır?

-Ekonomik değişimler özellikle endüstrileşme birey düzeyinde belirli bir psikolojik yapıyı mı zorunlu kılar yoksa gelişme insan ilişkileri örüntüleriyle bağdaşabilir mi?

-Türkiye ve Türkiye gibi toplumlarda ‘Psikolojik Modernleşme Kuramı’ ne kadar geçerlidir?Özellikle gelişme zorunlu olarak batıdaki insan aile ilişkilerine doğru bir değişmeyi mi içerir?

-Ekonomik gelişmeyle toplulukçuluk ve bireysel özerklik bağdaşabilir mi? Daha geniş açıdan topluma bağlılık kültürü ile bireyci özerk yaşam kültürü bir senteze ulaşabilir mi?

Bilindiği gibi gelişmekte olan ülkelerin gündeminde gelişme vardır. Burada gelişmelerin nasıl olacağı politik ve ideolojık tartışmaların temelini oluşturmaktadır. Konu ya ekonomik politik ve teknolojik açıdan yaklaşılmaktadır. Ancak makro düzeydeki gelişmenin temelinde mikro düzeydeki insan olgusu vardır. Toplumun değişimi insanın değişimi demektir.

İşte burada nasıl bir değişme sorusunun getirdiği tartışma uygulamaya yönelik bir sorun oluşturmaktadır. Değişmenin ne yönde olacağı,batı modelinin benimseneceği,nasıl bir eğitim verileceği,neyin değiştirilip neyin muhafaza edileceği gibi sorular çok tartışılmaktadır. Bu soruların birleştikleri nokta ise “nasıl bir insan modeli” sorusudur. Bu soruların cevabı verilirken kültürel psikoloji bakış açısı kullanılacaktır. Kültürler arası psikoloji yaklaşımı sosyal değişme çerçevesinde insan unsurunu daha iyi anlama ve böylece insan düzeyinde gelişmelere yön verebilecek kuramsal uygulamalı çözümlemeleri oluşturmak için gerekli bilimsel ipuçlarını sağlayabilir.



PSİKOLOJİ VE KÜLTÜR



Kültürel psikoloji insan toplum kültür ilişkilerinin ve bunlarda ki değişmeleri kapsamaktadır.Geleneksel psikoloji ise genelde davranışı kültürel bağlamdan soyutlayarak inceler. Çünkü temel amacı davranışın evrensel boyutlarını ve kurallarını bulmaktır. Bu amaca yönelik olarak ta davranışta ortak yanların üzerinde durmuştur. Bu yaklaşım psikoloji biliminin sınırlarını belirlemiş ve onu basit davranışsal konular olan şartlanma ve öğrenme, duyum ve algılama, kavrama ve bellek düzlemine indirgemiştir.

Kültürler arası psikolojide ise son yıllarda ortaya çıkan iki zıt eğilim vardır.bu eğilimler yerel psikolojilere yönelme ve evrenselciliğe yönelmedir. Birincisinde emik yaklaşım,ikincisinde etik yaklaşım kullanılmaktadır. Emik yaklaşım her kültürün psikolojik süreçlerinin farklı ve kendine özgü olduğu görüşüdür. Etik yaklaşım ise psikolojik süreçlerin farklı kültürlerde de ortak olabileceği görüşüdür.

Emik yaklaşımın bir sakıncası bir kültürde görülüp adlandırılmış olan fakat bir diğerinde görülmeyen bir davranışın görüldüğü kültüre özgü kabul etmektir. Oysa bu davranışın bir üçüncü kültürde görülebilmesi her zaman mümkündür.

Burada yerel psikoloji ve evrensel psikoloji birbirine zıt iki akım gibi görülmektedir. Ancak bu iki akım kuramsal çerçevede birbirini tamamlar. Çünkü psikolojide gerçek evrensel kurama ulaşabilmek için yerel bilgi gerekir. Farklı yerel davranış kalıpları arasında benzerlikler buldukça evrensel geçerliliği olan olgulara yaklaşmaya başlarız. Öyleyse yerel bilgi oluşumu evrensel bilginin aranmasında gerekli ve önemli bir basamak yada evredir.



SOSYALLEŞME



Sosyalleşme kavramı insanın gelişiminde önemli bir faktördür. Sosyalleşme yapısında karmaşıklığı içeren, toplumsal anlamda başarılı bireylerin yetişmesi süreci demektir. Ayrıca sosyalleşme hem istemli bir sosyalleşmeyi,hem de istem dışı bir süreç olan kültürleşmeyi içerir. Bu kültürün öğrenilmesi ve insanın sosyal bir varlık olma sürecinin tamamıdır. Burada birey tüm çevresini kapsayan ve bireyin çevresi ile olan dinamik etkileşimini göz önüne alan bağlamsal yaklaşımlar insan gerçeğine çok daha uygun olur.

Sosyalleşme bireysel ve toplumsal öğelerin karşılıklı etkileşimini içerir. O halde hiçbir sosyalleşme kuramı bunlardan yalnızca birinin üzerine kurulamaz. Ancak insan gelişimini inceleyen psikolojik kuramlar konunun bireysel yönünü,sosyolojik sosyalleşme kuramları ise konunun toplumsal yönünü ön plana çıkarmışlardır. Ancak son zamanlarda her iki disiplininde bir diğerinin geliştirdiği kuramları tanıması ve kuramlarını içine alması iki disiplinin birbirine yaklaştığını göstermektedir.

Burada insanın gelişimini inceleyen psikolojik kuramların kullandığı bazı temel kişi çevre ilişkisi modellerinden karmaşık bir süreç olan sosyalleşmeyi ne kadar açıklayabildikleri konusunda kısaca söz edebiliriz.



1-Mekanizmik Model

Bu model insan gelişimini çevresel uyarıcılara verilen tepkiler toplamı olarak görür. Klasik öğrenme kuramı bu mekanik yaklaşımı benimsemiştir.



2 Organizmik Model

Bu modele göre insan gelişiminin olgunlaşmaya bağlı nedenleri çevresel nedenlerden önde gelir. Bu modelde birbirini izleyen gelişme aşamaları belirlenmiş ve bu aşamaların giderek potansiyel olarak varolan insandaki gelişmenin son aşamasına ulaşacağı varsayılmıştır. Piaget’in bilişsel gelişim kuramı bu modeli benimsenmiştir.



3-Sistem Modeli

Gelişimi yada değişimi bir sistem yada sistemler arasında incelemekte yönelik bir yaklaşımdır. Bu görüşe göre insan gelişimi psikolojik ve sosyal sistemlerin iç içe geçişinin bir sonucudur. Bu model de insan gelişiminin belirli bir sonu yoktur. Psikolojideki ekolojik kuram ve sosyolojideki sosyal sistem kuramları bu yaklaşımı paylaşmaktadır.



4-Bağlamsal Model

Bu model insan gelişimini bireyle çevre arasında süre gelen yaşan boyu bir etkileşim olarak kabul eder ve sembolik etkileşimcilikte yeni toplumsal yapı kuramlarına kadar bir çok sosyolojik kurama genel bir çerçeve oluşur. Bağlamsal modele göre birey sosyal çevresi ile sürekli alış veriş içindedir. Bu dinamik süreçte birey etkin olarak ortamları seçer ve bu ortamlarda onun davranışını belirler.



Kişi-çevre ilişkisi ile ilgili bazı modellerin bu özetleri genelde modellerin hepsinin en azından bir dereceye kadar sosyalleşme sürecini açıklaya bileceklerini göstermektedir. Modellerden bazıları özellikle Organizmik model bu iş için pek uygun olmamakla beraber her biri bu karmaşık süreci anlamakta yararlı olabilecek öğeleri içermektedir.



AİLE ÇEŞİTLİLİĞİNE NEDEN OLAN ETKENLER



Aile çeşitliliğine neden olan etkenler üç kısımda incelenebilir Bunlar;

1-Ana –Babaların inanç ve değerleri

2-Aile etkileşimi

3-Sosyal sınıf ve aile tipidir.

Ana babaların çocuklar ve aile ile ilgili temel inanç ve değerleri, kendileri ve rolleri nasıl algıladıkları, aile süreçlerinin ve çocuğun sosyalleşmesinin anlam kazandığı temel bağlamı oluşturur.

Ana-Babaların kendi rollerini nasıl algıladığı ve bu rollere bağlı değerler sosyalleşme sürecinin önemli yönlerini oluşturmaktadır.Örneğin Japon ve Amerikalı annelerin karşılaştırıldığı bir araştırmada annelik rolünün tanımı ve tanımın içerdiği sorumluluklarda zamanla ilgili farklılıklara rastlanmıştır.Amerikalı anneler çocukları ergenlik dönemine gelinceye kadar kısa bir annelik dönemi benimsiyorlar. Baba soyunun devamı ile ilgili herhangi bir sorumluluk almaksızın yalnızca çocuğun bakımı ve çocuğu sevme gibi sorumluluklar yükleniyorlar. Japon anneler için ise annelik yaşam boyu süren bir roldür. Çocuk yetiştirmede de baba soyunun devamlılığı içinde ve babasının ait olduğu iş çevresinin beklentileri doğrultusunda çocuğun saygılı işbirliğini ve başarıya yönelik olarak büyümesinin sorumluluğunu yükleniyorlar.

Ana-Baba ların çocuk yetiştirmedeki değerleri aile içindeki etkileşimi etkilemektedir. Yerleşik tarımsal yaşam biçimi olan yerlerde çocuklarda uyma ve itaat davranışlarını geliştirecek aile içi etkileşim vardır. Böyle sıkı toplumlarda alana bağlı bireyler oluşmaktadır. Kentsel yaşam bölgelerinde ise çocuğun sosyalleşmesinde daha çok bireysel özgürlük gelişmektedir.

Kentsel bölgelerde sosyal sınıfta görülen değişikliklerde aile yapısını etkiler, Ekonomik yönden gelişmemiş kenar mahallelerde görülen aile yapısı gelişmiş bölgelerdeki aile yapısından farklıdır.

Görülen bu tür farklılıkların nedeni çocuklardan beklenen bağımlı veya özerk olmaları beklentileridir. Bu beklentiler aile bireylerinin ne dereceye kadar birbirine bağlı veya bağımsız oldukları ile ilintilidir. Bu beklentiler ailenin sosyo ekonomik yapısı,yerleşim yeri, etnik farklılıklar gibi faktörlere bağlı olarak değişmektedir.



ÇOCUK YETİŞTİRME



Türkiye’de ve başka toplumlarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki düşük gelirli kentsel ve yarı kentsel bölgelerde ve özellikle köylerde çocuğun zihinsel gelişmesini ve dil gelişimini destekleyebilecek çevresel uyaranlar ile neden sonuç ilişkilerine dayanan açıklamalı ussal sözlü tartışma ortamı ve iletişim çok yetersizdir. Bu durum bir dereceye kadar düşük gelirli ana babaların az okumuş olmaları nedeni ile sınırlı sözcük dağarcığına sahip olmaları ve bu nedenle sözlü tartışmaya pek girmemeleri yüzündendir. bir başka nedende çocukların genelde okul yaşından önce evde de eğitilebildiklerinin bilinmemesidir.

Bu tür çocuk yetiştirme eğilimlerinin çocuğun konuşma ve kavrama gelişimini olumsuz yönde etkilemesi olasıdır. Bazı araştırmalar gerçektende çocuğun zihinsel performansında kırsal,kentsel ve sosyo ekonomik statü konumlarına dayanan önemli farklılıklara dikkat çekmiştir.

Çocuk ta büyüdüğü çevreye bağlı olarak dışsal veya içsel denetim gelişir. Çocuktan beklenen itaat ve bağımlılıkla paralel olarak çocuk özellikle babasının mutlak otoritesi altında büyür. Genellikle çocuktan beklenen bağımsız karar verebilme ve davranış değil ana babaya itaat etmesidir. Bu da çocuğun kendi kendini denetlemesine yani içsel denetime engel olur. Bu şekilde çocuk sürekli dişardan denetlenir. Öte yandan çocuğu ikna etmek, onun kendi davranışlarının sonuçlarını anlamasını sağlamak gibi sözel disiplin yöntemlerinin ise içsel denetimin gelişmesine yardımcı olduğu saptanmıştır.

Türkiye’de yapılan gözlemlerde çocukla konuşarak onu ikna etmek, çocuğa doğruyu yanlışı anlatmak, az sayıda ana babanın baş vurduğu bir yoldur. Çocuk yetiştirmede ortaya çıkan bu sorunlar daha çok düşük sosyo ekonomik düzeyin yarattığı koşullardan kaynaklanır. Türkiye de ki çocuk yetiştirme yöntemlerindeki değişmeler kırdan kente göç ile ve kentte alt sosyo ekonomik düzeyden orta sosyo ekonomik düzeye hareketlilikle ortaya çıkmaktadır.



ÇOCUĞUN DEĞERİ ARAŞTIRMASI



1970’lerin ortasında Endonezya, Federal Almanya , Filipinler , Kore , Singapur , Tayvan , Tayland , Türkiye ve ABD’de gerçekleştirilen “çocuğun değeri araştırması” nda toplam 20000 kişi ile etraflı mülakatlar yapılmıştır. Bu araştırma ana-babaların çocuğa yükledikleri değeri ortaya çıkarmak amacındaydı. Burada iki temel değer ortaya çıkmıştır. Bunlar çocuğun ekonomik ve psikolojik değerleridir. Ekonomik değer çocuğun küçükken ve büyüdüğünde ailesine maddi katkıda bulunmasına ve özelliklede ana babası için bir yaşlılık kaynağı oluşturmasını içeriyordu.Çocuklara yüklenen değerler ve onlardan istenenler aslında ailenin ne şekilde işlediğini yansıtır. Çocuğa ekonomik değerlerin yüklendiği yerlerde çocuğun aileye maddi katkısı gerçektende önemlidir.

Araştırmada Amerikalılar ve Almanların cevapları diğer ülkelerin cevaplarıyla çatışmaktadır. Amerika ve Almanlar çocuktan yaşlılıkta yardım beklemekle ilgili soruları tepki ile karşılamış ve herhangi birine özellikle çocuklarına bağımlı olmayı reddetmişlerdir. Bunun tersini Türkiye deki cevaplayıcılar çocuklarını kendilerine bağlı olmaları gerektiğinin sorulmasını bile garip karşılamışlardır.” Elbette hayırlı bir evlat hiçbir zaman ana-babasını yüz üstü bırakmaz”gibi cevaplara rastlanmıştır.

Singapur ve Kore gibi hızlı ekonomik gelişme sürecinde doğurganlığın azaldığı toplumlar ise bu iki uç noktanın arasındaydı. Ülkeler arasında ki farklar kabaca genel gelişmişlik düzeyine paraleldir. Ekonomik gelişmenin düşük olduğu ve sosyal refah kurumlarının yaygın olmadığı yerlerde sosyal güvenlik ve yaşlılıkta bakım aileler ve özelliklede yetişkin evlatlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Bunun tersi bir durum ise ekonomik gelişmenin yüksek olduğu ortamlarda görülmektedir. Bu ortamlarda yaşlılık sigortası,huzur evleri gibi kurumlar yaygındır.

Aynı ülke içindeki farklılıklar sosyo ekonomik gelişme bakımından kültürler arası farklılıklarla aynı doğrultuda olur. Örneğin Türkiye’de oturulan bölgenin gelişmişlik düzeyi arttıkça çocuğun yaşlılık güvencesi değerinin önemi azalmaktadır. Çocuğun faydacı değerleri sosyo ekonomik gelişmeye ve eğitime bağlı olarak azalmaktadır. Çocuğun yaşlılık güvencesi değeri küçük esnaf ve sanatkarlar için en fazla, ücretli çalışanlar için daha düşük, beyaz yakalılar için ise en düşük düzeydedir. Çalışılan işin yaşlılık güvencesi sagladığı durumlarda çocuğun bu gereksinimi karşılamasının önemi azalmaktadır.

Çocuğun ekonomik değerinin çocuk sayısı ile ilgili olmasına karşın psikolojik değerinin bununla ilgisi yoktur. Çünkü maddi katkıları birbirine eklenebilir fakat sevgi, gurur gibi çocuğun psikolojik değerleri aynı şekilde biriken değerler değildir. Sosyo ekonomik değişme ile çocuğun ekonomik değeri azalmakta ve bu değerin azalması doğurganlığın da azalmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan çocuğun psikolojik değeri ekonomik gelişme ile değişmemekte hatta artabilmektedir.. Fakat bu değerin çocuk sayısı ile ilgisi olmadığından doğurganlığa yol açmamaktadır. Öyleyse ekonomik gelişme ile birlikte doğurganlığın, erkek çocuk tercihinin, çocuklardan maddi katkı beklentilerinin azıldığı ve kadını statüsünün arttığı bir örüntünün ortaya çıktığı söylenebilir.

Kentleşme ve ekonomik gelişme, zorunlu eğitim,çocuk iş yasaları ve tarımsal olmayan kentsel yaşam koşullarının etkisi ile çocuklar ailelerinin yaptıkları katkılardan çok daha pahalıya mal olmaktadırlar.

Ancak bu bulgulara dayanarak ekonomik gelişme sonucu ailede a,ayrışmanın kaçınılmaz olduğu yada geleneksel karşılıklı bağımlılıktan batı çekirdek ailesinin bağımsızlık modeline doğru bir geçiş olduğu çıkarsanamaz. Çünkü ailedeki karşılıklı bağımlılığın iki farklı boyutu maddi ve duygusal boyutlar birbirinden ayrılmalıdır. Çocuğun değeri araştırmasının bulguları maddi bağımlılıklarla ilgilidir. Daha öncede belirttiğimiz gibi ailede duygusal bağımlılıklar , maddi bağımlılıklar ortadan kalksa da güçlü bir şekilde sürebilir.

Türkiye’de modern genç ve kentli gruplarla, geleneksel yaşlı ve kırsal grupların karşılaştırıldığı bir çalışmada maddi bağımlılıkların azalmasının duygusal bağımlılıklara yansımadığı görülmüştür. Bu araştırma akraba ilişkilerinin gelişmiş kentlerde ,köyden gelenlerde, orta sınıf ailelerde ve hata meslek sahipleri arasında önemli yaygın olduğunu göstermektedir. Yani akraba ilişkileri kentleşme ve sanayileşmeyle yok olmamıştır.

Çocuk yetiştirme değerleri , aile ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki değişmeleri de yansıtır. Çocuktan itaat yada bağımsızlık ve kendine güven beklentileri çocuğun yaşlılık güvencesi değeri ile paralel olarak sistematik bir değişme gösterir.

İtaat daha düşük ekonomik gelişmişlik ortamlarında, bağımsızlık ise daha yüksek ekonomik gelişmişlik ortamlarında vurgulanmaktadır. Kore ve Singapur gibi yeni sanayileşmiş ülkelerde bağımsız bireyin vurgulanması dikkat çekicidir. Endonezya ve Filipinlerde daha az derecede olmak üzere Türkiye ve Tayland da ise çocuklardan bağımlı olmaları beklenmektedir. Bu bağımlılık , yaşlılıkta ana babaların yetişkin evlatlarına bağımlı olmaları şeklinde tersine döner. Bu durum ailede nesiller arası bağımlılığa örnektir.

Ailede maddi karşılıklı bağımlılık bağlamında büyüyen çocuğun bağımsız olması hiçte işlevsel olmayıp aksine ailenin geçişi için bir tehdit sayılabilir. Çünkü bağımsız bir çocuk ailesinden çok kendi çıkarlarını ön planda tutabilir. Çocukların sahip olmaları beklenilen nitelikler ile, o,onlardan gelebilecek kötü beklentiler böylece birbirine uymakta ve genel bir nesiller arası aile etkileşimi kalıbı oluşturmaktadır. Öyleyse sosyalleşme değerleri ekonomik gelişmeye bağlıdır ve aile etkileşim örüntülerini etkiler.

Maddi karşılıklı bağımlılıktan duygusal karşılıklı bağımlılığa ve çocuğun ekonomik değerinden psikolojik değerine geçişle birlikte çocuk yetiştirme yöntemlerinde bazı değişikliklerin olması beklenir. Çocuğun aileye maddi katkısının gerekmediği ve bağımsız olması aile içi bir tehdit oluşturmadığı durumlarda çocuğun sosyalleşmesinde özerkliğe de yer verilebilir. Fakat özerklik bu kez duygusal bağımlılığı sarsabileceğinden, çocuğun aileden tümüyle kopmasını önlemek için sınırlı olacaktır. Böylece sosyalleşme değerleri ve ana-baba çocuk ilişkileri hem denetimi hem de özerkliği içerecektir.



BİR AİLE DEĞİŞİMİ MODELİ



Anlattığımız araştırma bulguları, kavramsal tartışmalar ve çocuğun değeri araştırması farklı kültürlerin aile ve sosyalleşme kalıplarıyla ilgili bazı ayırıcı özellileri belirlemiştir. Ayrıca bu özellikler zaman içerisinde ekonomik gelişme ile değişebilecek öğeleride içerir. Bu araştırma ve tartışma sonuçlarına dayanarak üç farklı kalıbı içeren genel bir aile değişimi modeli öneriliyor. Bu zaman ve mekan içerisinde değişmeyi açıklayan bağlamsal bir modeldir.

Bu üç kalıbın aile yapıları birbirinden farklıdır. Bu kalıpları X,Y ve Z kalıpları olarak isimlendireceğiz. Y kalıbının diğer iki kalıpla ortak özellikleri vardır. X ve Z kalıpları ise birbiriyle çakışmazlar.Yapısal özellikler,ailenin işleyişinde temel oluşturan ve ekonomik gelişme ile değişim gösteren özelliklerdir.

Her kalıptaki aile sistemi etkileşim halindeki iki alt sistemi içerir. Bunlar sosyalleşme değerleri ve aile etkileşimidir. Sosyalleşme değerleri birey-grup,bağımlılık-bağımsızlık boyutları ve çocuğun psikolojik-ekonomik değeri bakımından farklılıklar gösterir. Ailede ve kişiler arasındaki ilişkilerde karşılıklı bağımlılık-bağımsızlık ile ilişkisel ayrık benlik, tüm sistemin son ürünü olarak görülebilir.

Şimdi bu üç kalıbı tek tek inceleyelim.



X AİLE KALIBI



Bu kalıp özellikle kırsal kesimde tarımla uğraşan ata erkil aile yapısına sahip geleneksel toplumlarda ve genelliklede gelişmekte olan ülkelerin az gelişmiş bölgelerinde yaygındır. İşlevsel geniş ailenin yaygın olduğu çok sık rastlanan bir örüntü X kalıbını oluşturur. Bu tip aileler birinci tip akrabaları ve özelliklede ana – babaları ile de yakın bir ilişki içerisindedirler. Ata soylu bağlara verilen önem nedeni ile aileye dışarıdan katılan kadının statüsü düşüktür.

X aile kalıbında çocuğun ekonomik değeri yönü yüksektir. Bu nedenle erkek çocuk isteme oranı ve doğurganlık oranı yüksektir. Çocuk yetiştirme sıkı ana-baba denetimi ve itaat yaklaşımı içinde olur.



Y AİLE KALIBI



Bu kalıp X kalıbından belirgin bir şekilde ayrılmakla beraber aile etkileşimi açısından bazı temel özellikleri paylaşır. Burada yaşam koşulları farklıdır. Bunlar ekonomik gelişme ile endüstriyel yaşam biçimleridir. Aile yapısı çekirdek aile tipidir. Bununla beraber nesiller arası ve akraba ilişkileri aile yapısını işlevsel olarak karmaşık hale getirir. Kadınların eğitimli olması ve çalışmaları nedeni ile kadın statüsünde artma görülür.

Y kalıbı ve X kalıbı arasında aile sisteminde görülen en önemli fark kişiler arası ve aileler arası bağımlılıklardadır. Y kalıbında sadece duygusal bağımlılıklar söz konusudur. X kalıbında ise maddi bağımlılıklar daha ağır basmaktadır. Y kalıbında sosyalleşme değerlerinde duygusal bağımlılıklardan dolayı gruba bağlılıkta vurgulanır. Bununla beraber bireyciliğe ve özerkliğe de önem verilir.

Y kalıbında insanın temel gereksinimlerinden bir gruba bağlılık ve özerk olma ihtiyacının bir bileşimi vurgulanmaktadır. Bu kalıpta aile disiplininde serbestlikten çok kontrole önem verilirken, aile etkileşimi hem özerkliği hem de bağlılığı içerir. Sonuç olarak böyle bir aile sisteminde gelişen birey diğer bireylerle karşılıklı bağımlılığı kişiliği için tehdit edici bulmayan ilişkisel benlik geliştirir.



Z AİLE KALIBI



Bu kalıp endüstrileşmiş batı ailesi için ideal tipik bir kalıptır. Z kalıbı hem kişiler arası hem de aileler arası etkileşim düzeyinde ayrılık kültürünü ve bireyci töreyi yansıtır. Bununla beraber bu kalıp genel görünüşü ile X ve Y kalıplarından farklıdır. Batı nen bireyci töresi ve bundan kaynaklanan psikolojik kavramlaştırma bu kalıbı oluşturmuştur.

Burada ki birim, bireyselleşmiş çekirdek aile yapısıdır. Bu ailedeki duygusal ve maddi yatırımlar çocuğa yöneliktir. Ata soyluluğun öneminin azalmasıyla ve artan refahla birlikte doğurganlık düşmüş, erkek çocuk tercihi azalmış ve kadının statüsü yükselmiştir. Bu yükseliş eşler arasında eşitlikçi ilişkiyi ifade eder. Sosyalleşme değerleri ve aile etkileşimi bireyselleşmiş benliği oluşturur. Aile diğer ailelerden bağımsızdır, ana- baba nın çocuk üzerinde denetimi daha azdır,özerkliğe önem verilir.

Burada ifade edilen üç aile kalıbı kültürler arası çeşitliliği yansıtıcı bir roldedir. Model bu çeşitliliği anlamak için bir araç olarak görülebilir.

Burada önerilen değişim modeli modernleşme kuramının ön gördüğü gibi X kalıbından Z kalıbına doğru degilde Y kalıbına doğru olacağını ön görmektedir. Y kalıbı modernleşme kuramınca tanınmamakta,tanınsa bile sonuçta Z modeline dönüşecek bir geçiş aşaması olarak görülmektedir. Önerilen değişim modelinde Y kalıbı ekonomik gelişmenin sonucuna yeni bir seçenek olarak sunulmaktadır. Araştırmaların sonuçlarına göre Y kalıbı beraberlik kültürü özelliği taşıyan toplumlarda özellikle Japonya’da ve diğer sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş bölgelerinde X kalıbına göre daha çok uymaktadır.

Y modeli içerdiği bireyci ve gruba bağlılık gibi çelişkili öğeler nedeni ile dengesiz sayılabilir. Bu nedenle de bir geçiş aşaması olduğu iddia edilebilir. Bu eleştiriye karşı iki sav ileri sürülebilir. Birincisi bu görüşte çelişkili öğelerin birbirlerini dışlayan kutuplar olmayıp birbirleriyle uyumlu olabilecekleridir. Bu öğeler aslında birbirlerini dışlamadıkları halde dışladıkları varsayılmış olabilir. Böyle bir varsayım ise bireyin ve grubun çıkarlarını birbirine karşıt olarak kabul eden batılı anlayıştan kaynaklanıyor olabilir.

İkinci olarak, Y kalıbı değişken ve uyumsuz bir durumdan çok temel bağlılık ve özerklik gereksinimlerinin bir sentezi yada bir bileşimi olarak görülebilir. Y kalıbı gerçekten bir sentez olarak kabul edildiğinde , genel kanının tersine Z kalıbından Y kalıbına bir geçiş olacağı tahmininde bulunulabilir.

Öngörülen değişim modeli özellikle özerklik ve bağlılık temel gereksinimlerine dayandırılmıştır. Bu nedenle bu gereksinmeleri birbiriyle en iyi bağdaştırabilen Y modeline doğru bir değişim öngörülmüştür.



MODELİN UYGULAMADAKİ SONUÇLARI



Dengesiz olarak düşünülen Y modeli uygulamada olumlu sonuçlar vermiştir. 1982-86 yılları arasında İstanbul da “Erken Destek Projesi” gerçekleştirildi. Bu proje, kentsel düşük gelirli ailelerde uygulanmış , ortamını ve çocuğun bütünsel gelişimini destekleyen kapsamlı bir çalışma olmuştur. Burada amaç, eğitim ve sürekli destek yoluyla annelerin kendilerine güvenlerini arttırmak ve çocuklarının özerklik, içsel denetim ve bilişsel gelişmelerini sağlamalarında onlara yardımcı olmaktı.

Annelerle yapılan ilk mülakatlar, onların çocuklarıyla yakın bağlar kurma gereksinimlerini ortaya çıkarmıştır. Çocuklarının hangi davranışının onları memnun ettiği sorulduğunda, çoğunlukla anneye iyi davranmak gibi anne çocuk ilişkisini vurgulayan yanıtlar alınmıştır. Sevgi gösterme, söz dinleme ve başkalarıyla iyi geçinme gibi yanıtlar tüm yanıtların %80 ini oluşturmaktadır. Öte yandan çocukta özerklik istenilen bir özellik olarak belirtilmemiş, hatta anneleri kızdıran bir davranış olarak tanımlanmıştır. Kabul edilemez davranışların yarısından çoğunu ise “kendi fikrinde ısrar etme” yada “söz dinlememe “ gibi özerklik belirten davranışlar oluşturmuştur. Yine bunlara paralel olarak annelerin , çocuklarının onlara bağımlı olmasından şikayetçi olma oranları son derece düşük bulunmuştur. İyi çocuk tanımına giren özellikler arasında da en çok “nazik olma”, “söz dinleme” sayılmış , bunlara karşılık “özerk olma” ve “kendi kendine yetme” gibi niteliklerin oranı önemsenmeyecek kadar az bulunmuştur.

Bu bulgular bağlılık kültürüne sahip başka toplumlarda bulunan ve Çocuğun Değeri Araştırmasının sonuçlarına da paraleldir.

Bu mülakatlardan sonra annelerin arasından seçilen bir kısmı çocukların gereksinimlerine daha duyarlı olabilmeleri için bir eğitim programına tabi tutuldular. Anne eğitiminde evde çocuklarının gelişimini destekleyebilmeleri için annelerin yeterlilik ve kendine güven duygusu içinde çocuklarına olumlu yönelişler geliştirmeleri teşvik edildi. Bu eğitim programı , annelere evlerinde ve diğer annelerle birlikte grup tartışmaları yoluyla uygulandı. Bu tartışmalarda zaten var olan çocuğa şefkat ve sevgi göstermek,yakın ve ilgili olmak gibi davranışlar pekiştirildi. Diğer yandan da annelere çocuğun özerkliğini geliştirecek yeni değerler verildi. Örneğin çocuğun kendi kendini karar verebilmesi ve bunun sorumluluğunu taşıması gerektiği üstünde duruldu. Bu yeni değerlerin var olan bağlılık kültürüyle uyumsuzluk göstermediği özellikle belirtildi.

Bu destek programından sonra,araştırmanın 4. yılında annelerin çocuk yetiştirme tutumları tekrar ölçüldü. Eğitime katılan annelerin, katılmayanlara oranla çocukta daha çok özerk davranışa önem verdikleri bulundu. Yine de her iki gruptaki annelerin büyük bölümü çocuklarının bağlılık ve yakınlık gösteren davranışlarına memnun olmayı sürdürdüler. Demek ki destek programından ötürü,anneler bağlılık kültüründen kopmadan daha özerk yaklaşıma yöneldiler, ve bireysellikle bağlılık değerlerinin bir sentezi elde edilmiş oldu.

Bu araştırmanın bulguları küçük bir ölçekte bireyci ve ilişkisel yönelimlerin kuramda olduğu kadar uygulamada da bağdaşabileceğini gösterdi. Bu da yetkili ve kontrollü çocuk yetiştirme tutumuna uyan ve iki temel insan gereksinimini (bağlılık ve özerklik) cevap verebilen Y aile kalıbının uygulaması olarak görülebilir.



SONUÇ



Buraya kadar değindiğimiz konularda vurgulanmak istenen ana nokta bireycilik ve toplulukçuluk kavramlarıdır. Bireycilik, bireyin yaşadığı çevreden bağımsız ve özerk davranışlara yönelmesini sağlar. Toplulukçuluk ise bireye bulunduğu,yaşadığı çevreye bağımlı davranışları kazandırır. Aslında bu iki kavramda insanın temel iki ihtiyacıdır. Fakat yaşanılan bölge koşulları ve yaşam standartları bu iki ihtiyacın birbirine baskınlık kurmasına neden olmuştur. Sanayileşmiş ve ekonomik gelişme sağlamış kentsel ortamlarda özerk ve bağımsız davranışlar önem kazanırken kırsak kesimde ve kentsel bölgelerin gelişmemiş kesimlerinde içinde bulunulan topluma bağlılık davranışları önem kazanmıştır.

Psikolojik Modernleşme Kuramına göre,modernleşme ile ve gelişen sosyo ekonomik yapı ile aile ve sosyalleşme değerlerindeki farklılıklar azalacak ve bu değişimin tek yönlü olup batı modeline doğru gideceği varsayılmaktadır. Bunun nedeni psikoloji biliminin Amerikalı ve Avrupalıların üzerine kurulu olmasıdır. Bu anlattığımız kültürler arası araştırmalar bu kuramı ciddi bir biçimde sarsmaktadır.

Avrupa ve Amerika’da yapılan araştırmalar özerklik kavramının sanayileşmeden öncede varolduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak batılı ailelerdeki özerklik kavramının ekonomik gelişme ile ortaya çıkmadığı, hatta özerklik kavramının daha öncede var olmasının batıda sanayileşmeyi kolaylaştırdığı düşünülebilir.

Bu noktada sanayileşmenin doğu toplumlarında sosyalleşme değerleriyle aile yapısının giderek batıda ki özerk aile yapısına dönüşeceği düşüncesi yanlıştır. Japonya’da yapılan araştırmalar bu düşünceyi desteklemektedir. Çünkü Japonya’daki sanayileşme toplumda tamamen özerk bireylerin oluşmasına neden olmamış ailede güçlü duygusal bağların devam ettiği görülmüştür. Japonya,Singapur ve Kore gibi hızlı ekonomik gelişmenin olduğu ülkelerde yaşayan bireylerin özerklik davranışları gelişmektedir fakat bu gelişme bireylerin bağlı oldukları gruplara bağımlılıklarında bir azaltma meydana getirmemiştir.

Tüm bu araştırmaların ışığı altında söyleyebiliriz ki gelişmekte olan ülkelerin sosyalleşme değerleri ve aile yapısı batının ayrışmışlık kültürüne doğru değil,bireycilik kültürünün ve bağımlılık kültürünün bir sentezini oluşturan yeni bir kültüre doğru yönelmektedir.


Sosyolojinin Tanımı

Toplum yasaminin olusumunu, kosullarini, isleyisini degisimini objektif bir sekilde sosyal bütünlük içerisinde inceleyen bilim dali olarak bilinen sosyoloji; en genel anlamda, toplum içinde yer alan sosyal gruplari, sosyal siniflari, ekonomik, politik, sosyal, dinsel, ve hukuksal kurumlari; nufusu, örf, adet, deger norm ve inançlari tüm bunlar arasindaki karsilikli iliskileri tüm bu unsurlardaki degismeleri inceler ve açiklamaya çalisir.

Bunlara ilaveten sosyolojinin içerdigi bilgi oldukça genis ve farklilasmis fenomenler alaninin genis bir bölümünü kapsar. Örnegin;aileler, kilise, cami ve mezhepler, yerel ve siyasal birlikler, yerel etnik ve ulusal topluluklar vb. gibi kurumlar içerisinde bireylerin davranislari gibi bireyler arasindaki iliskilerin kaliplari,kurumlar ve topluluklarin isleyisinde yapinin ve otoritenin rolü, topluluk ve kurumlarin gelir ve statü veya saygi ile ilgileri,toplumlarin tabakalasmasi, bireylerin eylemlerinde ve topluluklarin, kurumlarin ve toplumlarin isleyisinde bilissel ve normatif inançlarin rolü gibi…

JOHN LOCKE (1632-1704)

Yasaminin ergin dönemini 17. yüzyilin ikinci yarisinda yasamis, felsefi ve siyasal yapitlarini bu yüzyilin sonlarina dogru vermis olan bir Ingiliz filozofudur. 18. yüzyil içerisinde sadece dört yil yasamis olmakla birlikte fikirlerinin ileriligi ve niteligiyle Aydinlanma çagi düsünürlerinden sayilmistir.

Locke’un genel felsefesi epistemoloji (bilgi kurami) alaninda-ön kabullenmeleri doguran -bilgilerimizin deney- öncesi (a-priori) oldugunu kabul eden feodal aristokratik söylemin dogmatik tutumunun yadsinmasina dayanir. Skolastik felsefenin bilgilerin kaynagini kitabi Mukaddesteki dogmalar olarak kabul edisine karsi Locke bilgilerimizi gözlemlerimize, duyularimiza yani deneye dayandirir. Ayrica zihnimizde dogustan getirdigimiz bilgilerinde varoldugunu söyleyenleri elestirir ve insan zihninin baslangiçta bos bir beyazkagit (tabula rasa) gibi oldugunu ve deneyimle doldugunu söyler.

Simbiyotik ilişkiler

Simbiyotik ilişkiler, ortak yaşam ilişkileridir. İki ya da daha çok değişik canlı arasında her iki tarafında karşılıklı yararlanmalarına dayalı ortak ilişki geliştirmektir.

Simbiyotik ilişkiler mutualizm, komensalizm ve parazitizm olmak üzere üç şekilde görülür.

Mutualizm(ikili ortaklık) farklı türden iki canlı varlığın dengeli ve sıkı bir iş birliği içinde yaşaması, her birinin bu iş birliğinden yaralanması halidir.Örneğin; deve kuşlarının iyi görmesine karşılık zebralar iyi duyar. Tehlikelere karşı birbirlerini uyarmak amacıyla sürüler halinde bir araya gelirler.Su yosunları ile mantarlar arasındaki ortak yaşam sonucunda likenler ortaya çıkar. Likendeki su yosunu hem kendisi, hem de mantar için besin üretir.

Yine sığır balıkçılı denen kuşlar, gergedan ve yaban domuzu gibi hayvanlarla bir araya gelir.Balıkçıl,bu hayvanların bitleriyle beslenir. Buna karşılık hayvanlarda zararlı böceklerden kurtulur. Yengeç ve yengecin taşıdığı salyangoz kabuğunun üzerine deniz anemonisinin tutunmuş olduğunu görülmektedir. Deniz anemonisi yengeci korumakta ve kamufle etmektedir.Yengeç daha büyük deniz kabuğu bulup içine girince ,deniz anemonisi de onunla beraber yer değiştirir. Bu ilişki şekline mutualizm denir.

Komensalizm (tek taraflı ortaklık):Ortak yaşam içinde bulunan canlılardan birisi, bu ortak yaşamdan yarar sağladığı halde diğerinin ne yararı ne de zararı olur. Örneğin; köpek balığına yapışan vantuz balığı onun yiyecek kırıntılarıyla beslenirken, köpek balığı bundan ne yarar ne de zarar görür.

Parazitizm (asalaklık), farklı iki canlı varlık arasında meydana gelen , yalnız bir tarafın yararını gözeten yaşama tarzıdır. Bir ortak yaşama tipi olup, bir arada yaşayan iki bireyden biri, diğerinin zararına ortaklıktan yararlanır. Yani küçük bir anlının büyük bir canlı üzerinde, ona zarar vererek yaşamasıdır. Paraziti barındıran ve yaşaması için gerekli koşulları sağlayan canlıya konak denir. Örneğin, hayvan kanıyla beslenen bit parazit, hayvan ise konaktır.
[Valid Atom 1.0]